Değerlendirme yazısı: Onur Uz
Yine bir parçalı bulutlu, yazın bizim bildiğimiz yaz hissiyle bağdaşmadığı bir yaz gününde, en azından yolumun sonunda beni heyecanlandıracak bir serginin yolunu tutmuştum. Sümer Erek’in kısa süreliğine Dalston’da bir evde sergilediği “Broken Tide” yani “Kırık Gelgit” sergisi, duyguların ve gerçekliğin cesur bir yansımasıydı sanki.
İlk içeri girdiğimde, “Kırık Gelgit” ismi dikkatimi çekti. Neyin bir metaforu olabilir ve neden diye düşünmeye başladım. Erek’in sanatsal anlayışının da desteklediği biçimde, mesajı Erek’e sormaktan ziyade kendim bulmaya çalıştım. Benim fikrimce, kırık gelgit’i kırık yapan, taşıdıkları anılar ve onca insanın hiç anlatılmamış hikâyeleriydi. Kendilerini yolculuğa adamış insanların, bir anlamda yakarışı olmuştu o denizler ve gelgitler.
Erek’in sanatının en dâhiyane tarafı, kaos ve sadeliği aynı çatı altında h iç göze çarptırmadan kullanabilmesi. Dinamikliğin ve eylemin hiç eksik olmadığı eserlerde, ben de kendimi kendime sormaktan alıkoyamadım “Ben bu koca denizin üstünde ne redeyim” diye sormadan edemedim. İngiltere’de yeni bir yaşam ve gelecek için gelen mülteci çocukların hikâyelerine yer verdiği sergisinde, özellikle üç fotoğrafın özgün bir biçimde yeniden ışıklı kutularda şekillendirildiği ve ışıklandırıldığı oda benim en çok dikkatimi çeken kısım oldu. Erek, fotoğraflarla ilgili olan açıklamasında “Çocukların hepsiyle bire bir görüştüm ve onlara terkettikleri yurtlarını, bu ülkede ne beklediklerini ve ev kavramını nasıl nitelendirdiklerini sordum” dedi. Fotoğraflara baktığınızda, sanki alevlerin hâkim olduğu renkler ve ışıkların ardından ince bir tülün çocuklarla aranıza girdiği bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Eserlerin üzerinde de, çocukların el yazısıyla bir nevi “hayalleri” yer alıyor. Anahtar kelimeler arasında aşk, aile ve arkadaşlık öne çıkıyor. Beni derinden etkileyen serginin bu kısmı, beni yine sorgulamaktan ayıramıyor ve soruyorum “Ev demek, belki de bu üç anahtar kelimenin aynı anda olabildiği yer. Aşk, aile ve arkadaşlık; ne daha fazla, ne daha az”.
Evin üst katına çıktığımızda iki farklı odada yine iki farklı hikâye yer alıyor. Küçük bir yatağın sergilendiği odada, bir şeylerin “ters” olduğunu algılıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki yatağın yorganı, sanki yatağın altına saklanmış bir kişinin koruyucusuymuş gibi yatağın üstünde değil, altında. Eserin orijinal fotoğraflarında da yatağın altında bir insan figürünün olduğu eser, korkularımızın ve endişelerimizin yuvası olan o küçük sığınağı hatırlatıyor; her gece başımızı koyduğumuz. Kim bilir tüm o yolcular için ne zorlu olmuştur diye düşünüyor insan, denize anıları fısıldamak.
Dalgalar ve “dünyanın” ön plana çıktığı bir başka odada da, dalgayı andıran yorgan üstünde bir can yeleği yerde duruyor. Dalgaların üzerine, can yeleğini simgeleyen tutuncu kumaşın boşluğuna baktığımda küçük bir ayna görüyorum. “Bu nedir” diye sorduğumda, Erek “dalgaların üstünde kendini görebiliyor musun?” diyor, bakıyorum, lakin gördüğüm yansımanın bana ait olup olmadığını kavrayamıyorum.
Ardından bana kısaca sergiyi gerçekleştirdiği evin hikâyesini anlatırken adeta Karma’nın gerçekliğine inanıyorum. Meğerse, serginin gerçekleştirildiği ev, bir zamanlar Erek’i iki kapı ötesindeki atölyesinin inşatını yaparken Erek’e sorunlar çıkaran bir kişinin eviymiş. Evini satmış giderken yarattığı sorunların tamamen ırkçı bir hareket olduğunu söyleyen Erek, zamanında buna çok da üzüldüğünü belirtiyor. “Ancak bakın şu an hangi evde serginiz sergileniyor” diyorum gülerek, “Hayatın güzel bir espri anlayışı var” diyor.
Broken Tide, 2 Temmuz Cumartesi günü kadar 78a Mildmay N1 4NG, Dalston adresinde 16.00’dan 21.00’a kadar devam edecek.