YASEMİN BAKAN
-Binbaşı Hasan çok adaletli, vicdanlı bir karakter. Genel olarak Türklerin politik duruşları filmde böyle gösteriliyor. Böyle bir hikayenin içinde bu rolde oynamak nasıl bir duygu?
Bu savaşta pozisyon olarak çok haklı bir duruşumuz olduğu için öyle yada böyle bir gösterme söz konusu değil, gerçeğe yakın bir duruş var. Birileri vatanımıza geliyorlar, bizde vatanımızı savunuyoruz. Çanakkale savaşı eğitim müfredatımızın en temel konularından biridir. Kahramanlık hikayeleriyle duygusal bir konudur. Çok gerçekçi bir karakterdi Binbaşı Hasan. Bu bir aktörün bir rolü oynamasından çok milli bir meseleye dönüştü. Ona anlam katmak, onu anlatmak ve can katmak ciddi bir görev oldu. İşin teknik kısmı -ata binmek, silah kullanmak gibi- zaten çok zordu. Gurur verici bir deneyim oldu benim için.
-Proje size nasıl geldi?
Türkiye ayağı prodüksüyonunu Anka film yaptı. Arkadaşlarımız onlarda. Russell Crowe Türkiye’deki birçok oyuncuyla görüştü. Sonunda Cem Yılmaz, ben ve Salih Kalyon’da karar kıldı. Herkesle ikili görüşmeler yaptı.
“RUSSELL’A BU ROL İÇİN DOĞRU KİŞİ BENİM DEDİM”
-Bu rol için çok uğraştığınız söyleniyor. Doğru mu?
Russel Crowe bu rolü önce bana vermekte tereddüt etti. Bende “Bu rolü bana vermezsen doğru olmaz, bunu benim oynamam lazım” dedim. Bu benim algımda bir savunma sanatıdır. Sonuna kadar gözü dönmüş şekilde savunmaktır. Aynen hayatta yaptığımız gibi.
-Uluslararası bir filmdi. Teknik ekipman ve set işleyişi olarak Türk sinema setini yabancı setle karşılaştırdığınızda neler söylersiniz?
Teknik ekipman olarak fark yok. Kelebeğin Rüyası’nda kullandığımız Alexa dijital kamerayı kullandılar. Bence zaman kullanımı, ön hazırlık ve organizasyon bizden farklıydı. Biz 1 yıl öncede başlasak çalışmaya son anda sette hala kararlar değişebilir. Bu son dakika stresi yaşamayan bir sette olmak mutluluk vericiydi. Filmin teklif edildikten, 1 yıl sonra çekiminin başlaması olayı da ilk kez başıma geliyor. Çok organize bir set ve insanların sakinliği dikkat çekiciydi. Birbirine bağlıdır zaten bu. Telaş yok insanlarda. Sette yüksek sesle konuşan yok. Herkes kendi işine odaklı. Bunlar bizim için örnek alınacak pozitif özellikler. Ama bizde Avustralya’daki atmosfer olmadığı için bazı kararları hızlı vermek zorundayız. Avustralya’da 20 milyon insan yaşıyor, bizde sadece İstanbul’da 20 milyon insan var.
“DÜNYA AKTÖRLERİNDEN İNGİLİZCEYİ ÖĞRENİYORUM”
-Avustralya’nın Oscar’ını aldınız. Tarihle yüzleşmek anlamında da anlamlı bir ödül olsa gerek.
Bu rolün benim hayatımda birden fazla anlamı var. Sette yaşadığımız duygusal anlar vardı. Dedelerimiz can hıraş bir şekilde savaştığı için bu sette buluşmuştuk. Bu zaten şaşırtıcı iken bu ödül daha şaşırtıcı ve gurur verici oldu. Her yönüyle göz yaşartıcı. Gurur kelimesiyle hiç bu kadar samimi olmamıştım. İlk kez İngilizce oynadığım bir roldü birde.
-İngilizce özel ders aldınız mı bu rol için?
Bir dönem bir sezon kadar özel ders aldım. Ama genellikle kendim çalışıp öğreniyorum. Filmleri yıllardır İngilizce alt yazılı izliyorum. Benim İngilizce öğretmenlerim dünyanın aktörleri. Filmler İngilizce öğrenmenin en iyi yöntemlerinden biri.
-Türkiye’de Türk filmi izleyicisi 7 milyonlara ulaştı. Bu rakamları yükselten unsur nedir?
Biz Vizontele’yi yaparken bu kadar seyirci yoktu. Şimdi nerdeyse Amerikan filmleri vizyona girme şansı bulamıyor. Eşkıya ve Vizontele ile başlayan fırtına katlanarak devam ediyor. Biz o zaman 3.5 milyon seyirci ile rekor kırmıştık. Şimdi 7 milyon seyirciyi buluyor.
-Buna rağmen The Water Diviner Türkiye’de beklenen izleyici sayısına ulaşmadı. 1 milyon 270 bin kişi izledi. Neden sizce?
Vizontele döneminde film azdı. Şimdi pazarda film çokluğu sorunumuz var. Her hafta 5-6 film vizyona giriyor. Bu rakam iyi bir rakam ama her yeni film bir önceki filmi eskitiyor. Tam olarak sebebini bilemiyorum.
“HAMAM ALMADIM, FİLM PLATOSU YAPTIRIYORUZ”
– Çok film üretiliyor. Peki filmlerin niteliğide artıyor mu? Engin Ardıç’ın bir yazısında bahsettiği gibi Türk yapımcılar kazandıkları parayla filmin kalitesini arttırmaktansa han-hamam-kürk almaya mı harcıyor?
Ben hamam alan bir yapımcı duymadım. En büyük yapımcılardan biri olarak Antalya’da şu anda yapılan bir film platosuna ciddi bir katkımız var. Hamam almadık. Engin Ardıç’ın dediği kişilerde vardır. Hala büyük bir film platomuz yok. Şu anda eski bir ayakkabı fabrikasının içinde 8 tane film seti içiçe film çekiyor. Bilet gelirinin yapımcının aleyhine bir paylaşımı var. Bu da filmlerin kalitesini düşürüyor. Sinemada satılan mısır gelirinden yapımcının geliri daha düşük. Filmin patlayıp patlamayacağı belli değil ama o mısır kesin patlıyor. Bilet ucuz değil mısır pahalı. Film gelirinin paylaşımında yapımcının aleyhine bir paylaşım vardır. Yapımcıların çarçur etmesi söz konusu değil. Eskiler için bu doğru ama şimdiki yapımcılar için değil. 100 yıldır film çekiliyor ama hala bir film stüdyomuz yok. Sorunları konuşmak için 3 röportaj daha yapmalıyız…
-Bir Demet Tiyatro’nun sinema filmi olma olasılığı var mı?
Ben de Mükremin’i özledim. Ama şu anda böyle bir proje görünmüyor.