Kraliyetle ilk karşılaşmamız genellikle edebiyat üzerinden olur. Göz kamaştırıcı prensesler, haşmetli prensler, hem bilge hem kurnaz krallar – hepsi bize hayat hakkında çok şey öğreten peri masallarının kahramanları olarak, büyülü hikayelerini sıkıca, Uyuyan Güzel’in etrafını saran dikenli çalılar misali örerler.
Kraliyetin tacından tahtına bütün motifleri, lanetler ve parlak kehanetlerle dile gelen ağır kader hissi, daha bilincine varacak yaşa bile gelmeden kolektif hayal dünyamıza iliştirilir.
Yetişkin yaşa geldiğimizde ise genellikle kraliyet mensubu olmanın “masalsı” yanının aslında iki farklı yüzü olduğunu fark ederiz. Evet önlerine kırmızı halılar serilir ama bu, içine doğdukları ve asla kaçamayacakları bir şöhrettir ve mücevherlerin ışıltılarına daima fotoğrafçıların flaş ışıkları eşlik eder. Saraylar çoğu zaman altın kafeslerdir de.
Fakat yine de kraliyet hikayelerinin büyüleyiciliğinden kaçmak kolay olmaz çünkü belki de bu modası geçmiş ama ilginç kurumun mensupları bizi, yetişkinliğin göz açtırmayan gerçekçiliğinde kaybolup giden, masallara tutkuyla inandığımız ve doyamadığımız o çocukluk günlerimize götürür.
Crawford 1948 yılında emekli olana kadar hayatının 17 yılını onlarla geçiriyor. Amcaları Edward’ın tahttan feragati, anne ve babalarının beklenmedik tahta çıkışı ve İkinci Dünya Savaşı gibi zorlu süreçlerde hep onların yanında oluyor. Ama emekli olduğunda Windsor hanedanıyla geçirdiği yılları anlattığı “The Little Princesses” (Küçük Prensesler) kitabını yazma gafletine düşüyor. Bu kitabın yayınlanması aileyi öyle öfkelendiriyor ki, adı ihanetle eşdeğer hale gelen Crawford aileyle bütün temasını kaybediyor.
Holden, Crawford’un, kitabında kraliyet hayatına ilişkin anlattıklarının günümüz ölçülerine göre büyük ifşaatlar içermediğini söylüyor. Ama yine de satır aralarında romancının zihnini harekete geçiren küçük sürprizler de yok değil. Holden, “O her zaman çok kontrollü bildiğimiz Kraliçemizi, endişeli bir çocuk ve kırılgan bir insan olarak görebildiğimiz beklenmedik ve dokunaklı bölümler var” diyor.
Kraliyet için çalıştığı dönemde kısaca Crawfie adıyla anılan Marion Crawford hayatlarına girene kadar, iki prensesin elbiselerine hiç çamur sıçramamış ve hiç bir zaman bahçedeki patikalar dışında bile yürümelerine izin verilmemiş. Öylesine korunaklı bir hayatları var.
Holden “Crawfie kendi iddialı fikirleriyle birlikte geldi ve onları, normal hayatları görsünler diye dış dünyaya çıkardı. Metroya bindirdi, Woolworth mağazasında alışverişe hatta halk plajına götürdü” diye anlatıyor.
Ülkedeki bütün kızlar kraliyet dünyasının pembe hayalleriyle uykulara dalarken Lilibet (Elizabeth) için en büyük heyecan Londra metrosunun yürüyen merdivenleri olmuştu. “Merdivenler hareket ediyor” diyerek haykırmıştı.
Holden “Crawfie, Lilibet ve Margaret’in çok resmi, yalıtılmış, çağdaş dünyada yeri kalmayan Viktoria dönemi (19. yüzyıl) tarzı bir hayat sürdürdüklerini düşünüyordu. Bunun her ikisi için de birer insan olarak ve pratikte de kraliyet ailesi üyeleri olarak iyi bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Dolayısıyla onları sarayın dışına çıkardı ve onlara sıradan insanların nasıl yaşadığını gösterdi. Onlarda, kendisi işe başlayana kadar son derece bastırılmış olan mizah duygusu, yaratıcılık ve macera hislerinin gelişmesini teşvik etti” diye anlatıyor.
Wendy Holden aslında daha önce yazdığı kitapların dünya çapında satışı üç milyonu geçmiş başarılı bir yazar.
Fakat Crawford’dan esinlendiği “Mürebbiye” ilk tarihi romanı. Dönemle ilgili kısımları iyi yansıtabilmek için çok ön okuma yaptığını ama en büyük esin kaynağının kendi hayal gücü olduğunu söylüyor.
Kraliyet Ailesi’nin büyülü dünyasına dalan ikinci roman “Gayet İngiliz Bir Prenses”in yazarı Clare McHugh ise, 30 yıllık gazeteci. İlk romanını yazarken en büyük güçlüğü, kendisini hayal gücüne özgürce bırakma konusunda çekmiş.
Kitap, Kraliçe Victoria’nın en büyük çocuğu “Prenses Vicky”nin hayatı ve dönemin çalkantılı gelişmelerini konu alıyor. Uluslararası siyasetin bir piyonu olarak bir Alman Prens ile evlendirilen Prenses Vicky’nin bu evlilikten doğan oğlu, ileride dünyanın İkinci Kaiser Wilhelm olarak tanıdığı kişi olarak, ülkesini Birinci Dünya Savaşı’nın kucağına atmıştı.
Londra’da doğan ama şu anda Washington DC’de yaşayan yazar McHugh’un konuyla uzak bir aile bağı da var: İngiliz olan büyük-büyükbabası bir zamanlar, kitabın kahramanı Prenses Vicky’nin oğluyla, ileride Yedinci Edward olarak tahta geçecek olan kardeşini bir saraydan bir diğerine götüren aracı kullanmış.
McHugh’un en büyük sıkıntısı yazdıklarının gerçeklikten uzaklaşacağı kaygısı olmuş.
“Bir prensesin, sonra Alman İmparatoriçesi’nin, sonra da dev bir kalede yaşayan ve tek oğlunun küçümsediği acılı bir dulun iç dünyasını nasıl gerçeğe yakın bir şekilde tasavvur edebilirdim?” sorusuyla boğuştuğunu anlatıyor.
Bu sorusuna roman yazarı dostu Sandra Newman “Onun kafasının içine girip orada kalarak” diye yanıt vermiş.
Bu konuda Vicky’nin Almanya’dan annesine yazdığı mektuplar çok işine yaramış ama McHugh aynı zamanda Vicky’nin hayat hikayesini daha iyi anlamasını sağlayan bazı paralellikler de keşfetmiş.
“Kraliyet Ailesi her şeyden önce bir aile” diyor.
“Bütün ailelerde yaşanan, rekabetler, kırıcı kıyaslamalar, hepsi onlarda da yaşanıyor ama sonuçları daha büyük.”
Konumları icabı geleneklere dayansa da Kraliyet Aileleri de zaman içerisinde evriliyor.
Mürebbiye Marion Crawford, Kraliçe İkinci Elizabeth’in hayatından uzaklaştırılmış olabilir ama yazar Wendy Holden en önemli çağlarında yirmi yıla yakın yanında olmakla, Kraliçe’nin, hatta onun çocuklarını yetiştirme biçiminin üzerinde önemli etkisi olduğu kanısında.
“Bu günlerde insanlar Kraliçe’nin şakacılığından, onu tahtta olduğu süre içinde öne çıkaran özelliklerinden söz ettikleri zaman ben ister istemez Crawfie’yi düşünüyor ve her şeyin onunla başladığını hatırlıyorum” diyor.
Diğer yandan İngiltere Kraliyet ailesi fertleriyle ilgili olarak gündeme gelen bütün tartışmalar, son olarak Prens Harry ve eşi Meghan Markle’ın aileyle mesafelenmesi de dahil, aslında McHugh’a göre hep aynı temel noktayı hatırlatıyor.
Kraliyet mensupları ayrıcalıklığın sembolü olabilir ama aynı zamanda birer insan olarak çok tuhaf ve kişiliği zorlayan koşullar içine hapsolmuş oldukları da bir gerçek.
McHugh “Ben kendim için böyle bir hayat istemezdim. Kraliyet Ailesi mensubu olmanın bedelinin çok ağır olup olmadığını tartışmak gerekir. Onların ‘kullanılan insanlar’ olduklarını unutmayalım” diyor.
Kaynak: BBC Türkçe