Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Paneli’nin (BMHİP) 8 Ekim’de açıkladığı rapora göre küresel ısınma, gelecek 20 yıl içinde, sanayi öncesi dönemin ortalama sıcaklık derecesine göre 1.5°C derecelik bir artışta durdurulamadığı taktirde iklim krizi artık geri döndürülemez bir sürece girecek.
BMHİP Raporu’na göre, küresel ısınmadaki artışının 1.5°C dereceyle sınırlanabilmesi için, küresel çapta daha önce görülmemiş düzeyde yeni önlemler almak, daha önce görülmemiş çapta ekonomik kaynakları harekete geçirmek gerekiyor.
Bu kadar büyük mali yükü tek bir ülke üstlenemeyeceği için uluslararası dayanışma ve eşgüdüm bu gezegende yaşayan canlıların varlığının geleceğini belirleyecek düzeyde bir önem kazanıyor.
BMHİP bunları söylerken, Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası kuruluşlar, gelişmiş ülkelerin önde gelen yayınlarında ekonomi yorumcuları, finansal krizin 10. yılında hala gereken derslerin alınmadığını, krize yol aşan sorunların hafifletilemediğini, küresel borç toplamının küresel hasılanın yüzde 318’ine ulaştığını anımsatarak yeni bir finansal krizin ve onu izleyecek bir ekonomik durgunluğun yalnızca bir zaman sorunu olduğunu vurguluyorlar.
Devletlerin ve özel sektörün borçları bu kadar ağır olunca da, yeni bir finansal kriz ve resesyon durumunda, küresel ısınmayı engellemeye yönelik önlemleri alabilmek için gerekli kaynakları bulmak, son IMF toplantısında kaygıyla dile getirildiği gibi uluslararası dayanışmayı sağlamak çok zorlaşacak. Peki, küresel ısınmayı engellemeye yönelik önlemleri alabilmek için gerekli kaynaklar bulunamazsa dünya ve üzerindeki canlıları nasıl bir gelecek bekleyecek?
UZUN DÖNEMLİ BİR BAKIŞ
Küresel Isınma sorunun uluslararası düzeyde ve iş birliği olasılıkları bağlamında ele alındığı 1992 Rio Dünya Zirvesi’nde insanların gezegenin iklim sistemine yönelik tehlikeli etkileri bağlamında, küresel ısınmanın 1800’lerdeki düzeyine kıyasla, 2°C dereceden fazla artmasının önlenmesi hedeflenmişti.
Rio zirvesinden bu yana, uluslararası düzeyde yapılan ilkim değişikliği zirvelerinin hiç birinden ülkeleri yasal olarak bağlayıcı ünlemler çıkmadığı gibi, ülkeler gönüllü olarak uymayı kabul ettikleri hedeflere hemen hiç bir yerde ulaşamadılar.
Buna karşılık Rio zirvesinden bu yana toplanan veriler, yapılan araştırmalar, 2°C derece artışın çok yüksek olduğu, artışın 1.5°C derece ile sınırlanması gerektiğini göstermeye başladı.
İklim değişikliği kampanyaları uzun yıllardır kritik eşiği 1,5 derece olarak belirlemek gerektiğini savunuyordu
İklim değişikliğine yol açan küresel ısınma olgusu, CO2 ve Metan gazı gibi sera gazlarının gezegenin atmosferinde birikmesiyle doğrudan bağlantılı. Özellikle Co2 arttıkça atmosferde tutularak geriye yansıyan sıcaklıkta artıyor. Metan gazı, atmosferde daha az oranlarda birikmesinde karşın, küresel ısınmaya CO2’den defalarca daha fazla katkı yapıyor.
BMHİP’nin bulguları, İklim Değişikliği 2014 “Synthesis Report” ve bu ay yayımlanan “1.5° C Küresel Isınma” (Global Worming of 1.5° C) raporlarında ortaya konulan veriler, sera gazlarının atmosfere salınmasıyla insan etkinliği arasındaki yakın ilişkiyi açıkça ortaya koyuyor.
Veriler sera gazlarının atmosferde birikmesiyle 1800’lerden sonra hızlanan sanayileşme arasında doğru orantılı bir bağlantı olduğunu, 20, yüzyılın ikinci yarısında ise tüketimi hızlandıran ve yaygınlaştıran küreselleşme döneminde ivme kazandığını gösteriyor.
Bu etkilere küresel nüfus artış hızı ve hidrokarbonlara dayalı yakıt kullanımı da eklendiğinde, uzun dönemli bakış iyice tamamlanıyor.
Pasifik adalarında yaşayan halklar küresel ısınma 1,5 santigrad derecenin üzerine çıkarsa yaşam alanlarının tamamen yükselen sular altında kalacağından endişe ediyorlar
Bu veriler, atmosfere CO2 emisyonu, küresel ısınma olgusunun ortaya çıkışı ve sanayileşme, hidrokarbon enerjisine dayanan sanayi üretiminin, tarımın ve ticaretin artışı arasında doğrudan bir ilişkisi olduğunu gösteriyor.
Bu gelişmesinin tarihte önce ve en yoğun olarak Avrupa, Amerika kıtalarındaki gelişmiş ülkelerde başlamış olması da küresel ısınma olayına en büyük katkıyı en zengin ülkelerin yaptığını düşündürüyor.
Gerçekten de Kyoto İklim Değişikliği zirvesine sunulan raporlar, tarihsel olarak birikimli toplam Co2 emisyonunun yüzde 20’sinin ABD’den, yüzde 15’inin Avrupa Birliği ülkelerinden kaynaklandığını gösteriyor (“Historical Responsibility for Climate Change – from countries emissions to contribution to temperature increase”, sf:8, 2015, Climate Analytics, Potsdam Institute for Climate Impact Research)
VARLIKLA YOKLUK ARASINDA 0.5° C FARK
BMHİP’nin, daha önce yapılmış 6000 çalışmaya, 44 ülkeden uzmanların katkılarına, çalışmayı okuyanların bıraktığı 40,000 yorumu değerlendirmeye dayanan 1200 sayfalık son raporu, küresel ısınmayı 1.5° C artışla sınırlamak gerektiğine ilişkin yaklaşımı destekliyor.
Rapor, küresel ısınmayı gelecek 20 yıl içinde 1.5°C derecelik artışla sınırlayabilmenin, ısınmanın çevre ve canlı yaşamı, genel ekolojik denge üzerindeki olumsuz etkilerini zamanla geri çevirebilme, onarabilme açısından ne kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğunu sergiliyor.
Gezegenin ekolojik dengesi o kadar hassas bir noktada ki, küresel ısınmada, 0.5°C derecelik fark bir artış farkı, adeta yaşamla ölümü- ayıran bir çizgi oluşturuyor. Örneğin (The Economist’ten aktarıyorum), sıcaklık artışı 1.5°C derece ile sınırlı kalırsa, böcek türlerini % 6’sı, bitkilerin % 8’i, omurgalı canlıların % 4’ü yaşam alanlarının yarısından fazlasını kaybedecekler. Eğer sıcaklık artışı 2°C dereceye ulaşırsa, yaşam alanlarının yarısını kaybedecek olanların sayısı, böcekler için yüzde yüz, bitkiler için yüzde 200 omurgalılar için yüzde yüz artıyor.
Rapor, küresel ısınmada 2° C derecelik bir artışın, gezegenin 12’de biri ile 5’de biri arası bir büyüklükte yeşil alanın çölleşmesi, mercanların % 99’unun yok olması, fazladan 450 milyon insanın düzenli olarak aşırı sıcakların etkisi altında kalması, yüz milyonlarcasının iklim değişikliğine bağlı olarak yoksulluk sınırın altına düşmesi anlamına geliyor. Buna karşılık Rapor, sıcaklık artışının 1.5° C derece sınırlandırılabilmesi durumunda, ekolojik dengenin zaman içinde yeniden kurulabileceğini, kimi türlerin yok olma sürecinin geriye çevrilebileceğini mercanların yeniden canlandırılabileceğini savunuyor.
Küresel ısınmanın kontrol altına alınamaması durumunda, çölleşmeye, deniz seviyesindeki yükselmenim tarım alanlarını ve su kaynaklarını kirletmesine bağlı olarak gıda ve su kıtlığı krizlerinin derinleşmesi olasılığı atıyor. Bu olasılık, kaynak savaşlarının sıklaşması, açlıktan ve savaşlardan kaçan göçmen nüfus dalgaları komşu ülkelerin, bu arada Avrupa ve ABD gibi merkez ülkelerin siyasi dengelerini, aşırı akımları güçlendirerek olumsuz yönde, etkileme riskini de arttırıyor.
Son olarak, 2°C derecelik artış, diğer bir değişle 0.5°C derecelik bir fark, yazları erimeyen, örneğin Sibirya gibi bölgelerdeki buzların (permafrost) erimesine, bu buzların altındaki metan gazının serbest kalarak atmosfere karışmasına yol açacak. Böylece, 2° C derecelik bir artış, küresel ısınmaya daha önceki artış hızı eğilimine göre çok daha hızlı, yeni bir döngüsel bir süreç ekleyecek: Küresel ısınma arttıkça permafrost eriyecek, atmosfere metan gazı salınacak, metan gazı salındıkça sıcaklık daha da artacak. Sıcaklık arttıkça…
SORUMLU KİM?
Peki bu korkutucu senaryolara açılan olasılıkların sorumlusu kim? Yukardaki grafiklere bakınca, raporun özellikle antropojenik (insan faaliyetine ilişkin) etkileri işaret ettiğini görüyoruz. Bunun arkasında da 1950’lerden başlayarak hızlanan, fosil yakıt kullanımı ve nüfus artışı olduğunu söylemek olanaklı.
Rapor daha yakından bakarak sera gazlarının kaynaklarını sektörlere göre de ayırıyor
Grafiğin gösterdiği gibi, küresel ısınmaya yol açan Co2 emisyonunun %75’i doğrudan faaliyetlerden, % 25’de dolaylı olarak elektrik tüketiminden kaynaklanıyor. Her iki kategoride de endüstriyel etkinliklerden, tarım ve ormancılıktan, binalardan gelen emisyonunun en önemli yeri tuttuğunu görüyoruz. Taşımacılık da %14 gibi bir paya sahip.
Bu veriler iklim paneli raporunun, sorumluluğun faturasını insan etkinliklerine çıkarmakta haklı olduğunu gösteriyor.
Bu nedenle son yıllarda, küresel ısınma ve iklim değişikliği tartışmalarında sık sık “Antropojen” (İnsan, ya da insan etkisi dönemi) kavramıyla karşılaşıyoruz.
Antropojen, gezegenin derin jeolojik tarihinde, Paleosen evreye (2.588 milyon yıldan, 11.700 yıl öncesine) ve Holosen evreye (11.700 yıl öncesinden günümüze) kadar süren dönemlerden sonra, yeni bir döneme işaret ediyor.
Başlangıç noktası üzerinde henüz bir mutabakat olmamakla birlikte, ilk atom bombası deneyinin, 1945 ile başlayan “büyük hızlanmanın” gezegenin jeolojik yapısında Antropojen olarak tanımlanabilecek dönemi başlattığı savunuluyor.
KRİZ VE REKABET ORTAMINDA İŞBİRLİĞİ NASIL SAĞLANACAK?
Antropojen kavramı, “insanın etkinliği yarattı, insanın etkinliği önleyebilir, süreci geri çevirebilir, hatta küresel ısınmanın etkilerine uyum sağlayabilir” gibi umut verici sonuçlara yol açabiliyor.
Ancak bu kavram ne yazık ki yeterli değil, çünkü insan etkinliği “neden, daha önce değil de 1800’lü yıllardan başlayarak, o sonuçları yarattı?” sorusunu cevapsız bırakıyor.
Bir anlamda, insanlığın 1800’lerde geliştirdiği toplumsal üretim, tüketim tarzının, 1900 yıllardan başlayarak benimsediği fosil yakıta bağımlı enerji rejiminin küresel ısınmaya yol açan özgün etkilerinin, gelişmiş, zengin ülkelerdeki insanlarla, fakir ülkelerdekilerin yaşam tarzlarının yaptığı katkıların arasındaki farkın üzerini örtüyor.
Bu da bizi, yazının başlangıcında işaret ettiğim yeni bir finansal kriz ve ekonomik durgunluk konusuna ve çok can alıcı bir soruya getiriyor:
Önümüzdeki 10-15 yılda, yeni bir mali kriz ve bunu izleyecek olan ekonomik durgunluk içinde, daha bir önceki mali krizin yükünü sırtından atamamış olan devlet hazineleri, hala ağır bir borç yükün taşımaya çalışan şirketler, sertleşen uluslararası rekabet, yükselmekte olan popülist akımların “önce bizim ülke” talebi, buradan kaynaklanan ticaret savaşları ortamında, küresel ısınmayı durduracak kaynaklar nereden bulunacak, gereken uluslararası işbirliği nasıl sağlanacak? Bu soruya olumlu bir cevap vermek kolay değil.