Dünyamız zor bir dönemden geçiyor. Bildiğimiz dünya geride kalırken yeni dünyanın nasıl olacağını henüz öngöremiyoruz. Bir geçiş dönemindeyiz. Batı hegemonyasındaki uluslararası sistem zayıflamış durumda. Batı içinde çatlaklar var. Sistemin lideri ABD “önce ben” diyerek liderlik görevini zayıflatıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı tarafından oluşturulan Bretton Woods sistemi, küreselleşme, serbest ticaret gibi temel taşlar sorgulanıyor. Korumacılık, etnik milliyetçilik, içe kapanma ön plana çıkıyor. 5-10 yıl önce küreselleşmenin geri döndürülemez olduğu inancı çok güçlüydü. Şimdi bu inanç sarsıldı. Çin, Hindistan gibi yükselen güçler kendilerine göre bir uluslararası sistem oluşturma çabasında. Rusya yükselen güç olmasa da büyük bir güç ve kendi jeopolitik hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Ortadoğu, Kuzey Afrika ciddi istikrarsızlık içinde. Dünyada demokrasinin gerilemekte olduğu gözlemleniyor. Otoriter rejimler, otoriter liderler ön plana çıkıyor. Bu tablo karşısında “nereye gittiğimizi” anlamak için çeşitli analizler yapılıyor. Günümüzü anlamak, geleceği öngörmek için başvurabileceğimiz yer tarihtir. İnsanlar için gelecek kapalıdır. Gelecekte ne olacağını bilemeyiz. Bazı öngörülerde bulunabiliriz ama özellikle sosyal konularda tüm faktörleri, olasılıkları göz önünde bulundurup doğru tahmin yapmak neredeyse imkansız. Bize açık olan geçmiştir. Peki tarihi iyi bilerek günümüz ve gelecek hakkında daha iyi değerlendirmelerde bulunabilir miyiz? Tarih bize yol gösterici olabilir mi?
Tarihi iyi bilmenin önemi tartışma götürmez. Tarihi bilmiyorsanız geçmişteki hataları tekrarlamaya mahkumsunuz. Santayana “Geçmişi hatırlayamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdurlar” demişti. Geçmişten ders çıkarmayı genellikle analoji (benzerlik kurmak) ile yaparız. Yani tarihte yaşanmış bir olayı alıp “bu tam da şimdi yaşadıklarımıza benziyor” diyerek o dönemde yapılan hataları tekrarlamamaya çalışırız. Batılı liderlerin sık sık kullandığı analojilerden biri İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler’e karşı izlenen “appeasement” politikasıdır. Appeasement hatalı bir politikaydı ve İkinci Dünya Savaşı’nı önleyememişti. Batılı liderlerin karşısına bir diktatör çıktığı zaman “appeasement politikasını tekrarlamamalıyız” derler ve böylece “tarihten ders almış” olurlar. Peki bu doğru mu? Bu tür analojiler genellikle yanlış olur çünkü içinde bulunduğumuz koşullarla analoji yaptığımız dönemin koşulları farklıdır. Geçmişin koşullarının bire bir günümüz koşulları ile benzer olması mümkün değil. Dünle bugün tıpatıp birbirine benzemez. O zaman analoji yaparken çok dikkatli olmamız, koşullardaki farklılıkları hesaba katmamız gerekir.
Hal Brands ve Charles Edel, Foreign Policy sitesinde yer alan “The Gathering Storm vs. the Crisis of Confidence” başlıklı yazılarında günümüz dünyasını anlamaya çalışırken ağırlıklı olarak iki analoji kullanıldığına dikkat çekiyorlar. Birinci analoji 1930’lu yıllar, yani dünyanın İkinci Dünya Savaşı’na doğru ilerlediği dönemle benzetme yapıyor. “Demokrasi geriliyor, otoriter rejimler güçleniyor, bazı ülkelerde iç savaşlar var, serbest ticaretin yerini korumacılık alıyor…..” Bu analojiye göre şimdiki koşullar 30’lu yıllara benziyor dolayısıyla yine tehlikeli bir dönemeyiz. Belki büyük çaplı bir savaşa doğru ilerliyoruz. Bu analojinin sorunu günümüzle 30’lu yıllar arasındaki önemli farkları hesaba katmamasıdır. Arada bazı benzerlikler var ama ciddi farklar da var. İkinci analoji 1970’li yıllar analojisidir. Bu daha iyimser bir analoji. 70’li yıllar Amerikan sistemi için zor yıllardı. Ancak 80’li yıllara gelindiğinde ABD gücünü yeniden toparlamış ve uluslararası sisteme ağırlığını koymuştu. Bu analojiye göre Donald Trump yönetimindeki ABD şimdi ciddi sorunlarla karşı karşıya olabilir ama bunlar geçicidir. Sonuçta ABD yeniden liderlik rolüne geri dönecek. Tabii buradaki sorun da 70’li yılların koşulları ile günümüz arasında bazı benzerlikler olsa da ciddi farklılıkların olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla hem 1930’lu, hem de 1970’li yılları çok iyi bilip dersler çıkarmaya çalışmak önemli olmakla birlikte günümüzü anlamada yeterli olmayabilir.
Brands ve Edel makalelerinde tarihten ders alma konusunda yöneticilere yardımcı olmaya çalışan önemli bir kitaba atıfta bulunurlar. Harvard akademisyenleri Ernest May ve Richard Neustadt tarafından kaleme alınan “Thinking in Time: The Uses of History for Decision Makers” başlıklı kitapta tarihten nasıl ders alınabileceği inceleniyor. May ve Neustadt’ın en önemli tavsiyesi tek bir olayı, tek bir dönemi değil bir çok olay ve dönemi inceleyerek karşılaştırma, analoji yapmaktır. Bu karşılaştırmalı model bize daha sağlıklı sonuçlar verebilir. Hataları azaltabilir. Demek ki “tarihten ders almak” sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Tarih bize yardımcı olabilir ama tarihi okurken dogmatizmden, ideolojik takıntılardan, şablonculuktan uzak durmamız, gerçekçi, yaratıcı olmamız gerek.