Hafif yağmurlu bir Mart günü, Londra’da herkes her zaman olduğu gibi koşuşturma içinde. Benim içim ise kıpır kıpır, kendi piyano hocalarımın da hocası olmuş, Türkiye ve dünyada yeri değişmez bir üne sahip, aldığı ödül ve onurların sayısı olmayan bir insanla buluşmaya gidiyorum.
Söyleşi: ONUR UZ
Hafif yağmurlu bir Mart günü, Londra’da herkes her zaman olduğu gibi koşuşturma içinde. Benim içim ise kıpır kıpır, kendi piyano hocalarımın da hocası olmuş, Türkiye ve dünyada yeri değişmez bir üne sahip, aldığı ödül ve onurların sayısı olmayan bir insanla buluşmaya gidiyorum. St John’s klisesinin içerisindeki café’ye girer girmez, asaleti ve zarifliğiyle karşılıyor beni Gülsin Onay, ertesi gün hemen Brezilya’ya yeni bir konser için uçuyor, Japonya’da da konserleri neredeyse yeni bitmiş. Şaşkınlıkla bu muhteşem kadının enerjisini gözlemliyorum, nasıl bir aşk ile tutku ile işini yapıyor, piyanosuyla nasıl özdeşleşmiş. Hemen kahveler söyleniyor ve ardından Londra Gazete için ayarladığımız röportajımıza başlıyoruz. Chopin’den Ahmet Adnan Saygun’a, piyano tekniğinden Londra’da favori mekânlarımıza kadar uzun ve keyifli bir sohbet yapıyoruz.
Öncelikle yoğun temponuzda gazetemize vakit ayırdığınız çok teşekkür ederiz. Birçok piyaniste piyanoya nasıl başladıkları sorulduğunda fark ettiğim ortak bir cevap var. Diyorlar ki “Ben piyanoyu değil, piyano beni seçti.” Sizin durumunuzda bu ne kadar geçerli? Nasıl tanıştınız piyanoyla?
Aslına bakarsanız ben çok erken yaşta başladım piyanoya, tam 3 buçuk yaşındaydım. Annem de piyanist olduğu için çocukluğum boyunca beni kendisine çeken bir enstrüman oldu piyano. Bebekliğim ve çocukluğum annem ve piyano ikilisini beraber görerek geçti. Annemi sevdiğim gibi piyanoyu da sevdim demek ki o süreçte, ailemden biriymiş gibi oldu piyano benim için.
…Çok âşık olmak gerekiyor tabii değil mi enstrümana?
Çok! Müthiş bir bağ ve mıknatıs gibi size kendinize çekmesine izin vermek gerekiyor. Her gün mutlaka birkaç saat piyanoyla birbirimize vakit ayırmamız gerekiyor, prova gibi değil, gerçekten vakit geçirmek, diğer türlü oluşan boşluğun haddi hesabı yok. Öyle de güçlü bir enstrüman ki, içinde hem insan sesi, hem tam bir orkestra hem de minimal tınılar bulmak mümkün. O yüzden ilişki kurulunca güzelleşen bir enstrüman piyano.
Gülsin Onay denilince insanın aklına iki büyük isim geliyor. Biri çok ünlü dünyaca tanınan bestecimiz Ahmet Adnan Saygun, bir diğeri de Chopin. Uluslarası anlamda gerçekten Chopin’in en başarılı yorumlarındansınız, nasıl kurdunuz bu bağı Chopin ile?
Aslına bakarsanız 6 yaşında ilk konserimi verdiğimde ilk Chopin’in valsını çalmıştım. Chopin’e baktığımızda sanki o notalarda hikâyeler buluyordum sanki. Chopin çalmanın bana yaşattığı duygular çok erken yaşta belirmeye başladı. Büyürken algılarım, bakış açılarım, hislerim, sanki hep Chopin notalarında hayat buldu diyebilirim. Sadece romantik olarak da görmüyordum Chopin’i, bazı pasajlar bazen mesela beni güldürürdü. Tabii Chopin deyince akla piyanonun şairi geliyor, o da önemli tabii, ama ben Chopin’in farklı taraflarını görürdüm hep.
O farklı kişiliği bulmak önemli belki de iyi bir virtüöz olmak için değil mi?
Evet, kesinlikle. Nerede, ne zaman, hangi Chopin’i çalacağını bilmek çok önemli.
Ve tabii ki Ahmet Adnan Saygun…
Evet, ona ne desek az tabii. Gün geçtikçe dünyada da eserlerinin yeri gittikçe büyüyen, muhteşem bir besteci. Orkestrasyonu gerçekten mükemmel ötesi, çok başarılı eserlere sahip bir sanatçımız Saygun. Onun besteleri benim için çok özeldir.
Siz Saygun’un zaten bir anlamda mirasçısı gibisiniz.
Evet, daha da çok yapabilmeyi isterdim. Beraber çalışırken zaten eserlerinde bire bir çalışmalar yapmıştık. Örneğin bana ithaf ettiği konçertoda bir takım oktav değişikliklerini beraber yapmıştık. O da hep derdi, “artık bu senin eserin olmuş, sana kalmış” derdi hep.
2017 siz ve Saygun için büyük bir yıl, Saygun’un 110. Doğumgünü gelmiş olacak. Nedir planlarınız?
O senede gerçekten çok önemli projeler var. Örneğin Göttingen Senfoni orkestrası ile piyano konçertosunu çalacağım, o sene aynı zamanda Türkiye’de de çok büyük konserler olacak ama tabii gün ve mekân belirlemelerini onlar mutlaka duyuracaklardır.
Tabii şimdi bir de oğlunuz Erkin Onay ile verdiğiniz konserler var, o kemanı eline aldı, siz piyano başına geçtiniz. Nasıl bir deneyimdi anne-oğul binlerce dinleyiciye çalmak?
Harika bir duyguygu. Anne-oğul arasında müzikal bir sohbet gibiydi. Sanki konuşuyormuş gibi sahnede sanki bir gün geçiriyormuş gibiydik. Çok da iyi anlaşırız biz Erkin ile o konuda ciddi anlamda şanslıyız, o bağımız müzikal uyumumuza da çok olumlu bir etki bıraktı.
Şimdi o zaman benim kişisel olarak, bir piyanist olarak size sorum, Steinway marka piyanolar mı yoksa Bösendorfer mi?
Ah, ikisi de apayrıdır. Steinway tabii ki her zaman parlak, güçlü tonlarıyla dikkat çeker ama bazen de Bösendorfer’ler bazı bestecilere öyle iyi gider ki, Steinway’I unutuverirsiniz. İki piyano da şarap gibidir, biri meyve ağırlıklıdır ki bu Bösendorfer’dir, kimi zaman da parlak bir tat gelir, güneş gibi, o da Steinway’dir. Mesela eskiden Avusturya’da çalıyorsanız, o zamanki Steinway’lerin kaliteleri o kadar iyi değildi, Bösendorfer’ler ise seçilmiş, çok iyi kalitede piyanolardı. Şimdi o durum biraz düzeldi gerçi. (gülüyor)
Cambridge’de yaşıyorsunuz, piyano kariyerinizden arta kalan zamanınızda neler yapıyorsunuz?
Evet, eşim orada matematik profesörü. Çok şanslıyız ki bahçe içerisinde, güzel bir evimiz var. Ben bahçe ile uğraşmayı çok seviyorum o sebeple vakit buldukça dışarıdayım, tohumları ekip sonradan güzel çiçekler, ağaçlar olarak geri dönmelerini izlemek çok huzur verici. Aynı zamanda oldukça da metaforik, seviyorum bu yüzden bahçe ile uğraşmayı.
Peki, Londra’yı seviyor musunuz? Var mıdır Londra’da sizin bildiğiniz, kendinize vakit ayırmak için kaçtığınız belli yerler?
Londra’yı çok seviyorum, o tarih devinimi ve kültür mozaiğine bayılıyorum. Benim için konser verdiğim mekânlar hep çok önemlidir. Mesela Queen Elizabeth Hall, her defasında büyülendiğim ve konser vermekten ve vakit geçirmekten mutluluk duyduğum yerlerden biri. Yine aynı şekilde şuan bulunduğumuz St John’s klisesi, içerisindeki café, zaman buldukça vakit geçirdiğim yerlerden biri Londra’da.
Çok teşekkür ederiz Gülsin Hanım, eminim okuyucularımız da röportajımızdan en az benim kadar keyif almıştır. Haberlerinizi dört gözle bekliyor olacağız.
Ben teşekkür ederim, tüm Londra Gazete okuyucularına sevgiler, ben de gazetenizi yakından takipte olacağım.